20 Temmuz 2012 Cuma

Bence

Her "Seni seviyorum"dan,  onu aslında sevmemekten gelen vicdan azabı sorumludur.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

"27ler" ve "Diğerleri"

Ölüm saftır çünkü hapsedildiğiniz çirkin bir beden yoktur. Ölüm adalettir. Ne kadar aşağılık olursanız olun ölünce yükselirsiniz. "Taşımak zorunda olduğunuz yaralarınız yoktur." artık. Başlangıcı ölüm olan sonsuzluksunuzdur. Beden acıdır aynı zaman da yaşam da. Ya ilaçlarla ruhu öldürürsünüz ya da kimyasallarla bedeni. Ya ruhsuzluğa bağımlı olursunuz ya da bedeninize taparsınız.

Ölmeden önce hep bir şans daha istersiniz o şansın sizi ikinci kez öldüreceğini bilerek. "Şans" talihtir fakat son isteneni hep ölümcüldür. İnsan acıya dayanamaz fakat acıdan da vazgeçemez. Bundandır hep son şans istemeler. Her acıda eşik yükselir ve giderek bağımlı olursunuz. Daha fazlasını istersiniz. Her yeni acı öncekini hatırlatır; kimi zaman güldürür, kimi zaman ağlatır. Mutlu olmak isteyen ya hiç mutsuz olmamıştır ya da acı çekmemiştir. Yok olmanın dayanılmaz hafifliğine erişmemiştir.

Bencil insanlar kendi mutluluklarını düşünür, "diğerleri" kendi imajlarını. "Diğerleri" hep "iyi" kalmak istedikleri için mutsuzdurlar ve bu sebepten hep "iyi" kalmak isterler. Bu yüzden gözyaşları daha yoğun ve değerlidir. Anlık değildir. Oluşması süreç gerektirir ve bu süreç acıdır. Her damlada o sürece rastlayabilirsiniz. Bir mendilde saklanmazlar. Silen olmaz ve akar giderler geldiklere yere. Özden gelir, öze giderler; ruhtan gelirler. Bedeni ifade şekli değil iade şekil olarak kullanırlar. Kiracı oldukları için bedenlerine iyi bakmazlar. Her duvarda çivi izlerine rastlayabilirsiniz fakat hiç tablo göremezsiniz. Kapısı hep açıktır, bu nedenle çivileri çakanları hiç bilemezsiniz ama kiracılar gururludur. Evden atılmadan çıkmayı bilirler. Çoğu ay sonu gelmeden evi boşaltırlar 27'sinde ve kimse nereye gittiklerine ya da neden gittiklerini bilmez fakat gidişleri ihtişamlıdır.

İnsanlar sürekli ne kadar zayıfladığımdan bahsediyor bana. Aslında zayıflamadım sadece kilo verdim. Aksine daha da güçlendim. Acıdan zevk alıyorum ve artık acı çekmek benim için mutlu olmaktan daha zor hale geldi. Açlığım bedensel değil, acıya açım. İnsanın kendisini geliştirmesinin yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Acı,sevinçten daha yoğundur. İstersen Polyanna gibi her şeyden mutlu olabilirsiniz fakat hep acı çekemezsiniz. Mutluluk, mutluluğu getirirken aksine çektiğiniz acılar çekeceğiniz acıları daha da hafifletir. Mutluluğa bağışıklık yoktur.

29 Temmuz 2011 Cuma

Gereççeler...

Hayatım boyunca tek istediğim anlaşılmaktı. Aynı müziği dinleyip konuşmadan aynı şeyleri hissetmek, uyumak. Anlaşılamayacağımı  düşünüyordum ve bugün anladım. Karmaşıklığımdan değil; basitliğimdendi aslında. Hayallerim yok sanirim ya da isimlendiremiyorum. Hayattaki rolüm sadece insanların hayatına girip çıkmakmış, bunu anladım. İnsanlar için gerecim sadece ama araçlarını ve amaçlarını bilmiyorum, sadece kullanılıyorum. "Aramızdan ayrıldıklarında ölüler için sadece yas tutacağız. Başka hiçbir şey yapmayacağız. Zaman geçecek ve bir zaman gelecek, artık bizi birleştiren şeyi adlandıramaz olacağız. Bu ad yavaş yavaş silinmeye başlayacak. Sonra bir gün tamamen yok olacak."* Fakat gereçler için yas tutulmaz; daha iyisi ya da yenisi alınır.. Başarısızlığın sorumlusudur gereç ve başarıda payı yoktur hiç. Vitrinde olmamıştır, raftadır ve tozludur. Gizliliğini toza borçlu olduğunu bilir, vefalıdır. Gereçliğini bilir, gerekçeleri sorgulamaz. Yalnız başına hiçtir, bütünün farkedilmeyen parçasıdır. "İnsan sürekli yaşadığı zorluklardan bahsetmemeli yoksa kendisine olan saygısını yitirir." *Bazen kendisine olan saygı kaybettirir insana kendisini. Kendisine olan saygısını kaybetmek geliştirir insanı ve saygının değerini anlar. Kendisine saygısı olan insan kaybeder, kaybetmeye mahkumdur. İğrendiği kişiler imrendiği kişiler olur zamanla. Kendine olan saygısızlığı kazanmak, kendine olan saygıyı kaybetmekten iyidir. Kendine olan saygı egodur ve tatmin edilemez. Notlandırmalar neden hep en düşük olandan yapılır? Neden eksiğine göre notlandırılır insan? Yapılan yanlışlarlar neden hep yapılmayan yanlışların yapılacağını düşündürür? Beklentiler neden beklenilmeyen olur?

*Hiroshima mon amour'dan alıntıdır.

12 Temmuz 2011 Salı

Bok ve Sinekler

İnsanlar sizden bir şeyler yapmanızı isterler fakat onları yaparak da onları memnun edemezsiniz. Doyumsuzluk tatmin noktası olur çoğu zaman, memnuniyetsizlik...
Bazı durumlarda hiçbir şey yapamazsın. Keşke o da bunu anlasaydı...
Kaçtı gitti. Eğer bir kaya damlaların mı beni günden güne erittiğini yoksa aniden mi parçalandığımı sorsanız bilemezdim sanırım. Sadece her zaman herkes için "iyi" olamayacağını anladığı zaman insan, bulunduğu anı yaşayabilir.

Kendini görebilmek için bir anlık bedeninden çıkar ya da geri dönemezsen başka bir beden bulabilir misin? Senin bedenin başka ruh bulabilir mi?
Bazen bir beden bulabildiğinizi düşünürsünüz, yanıldığınızı ancak bedenden bir "bok" parçası olarak siktir edildiğinizde anlarsınız. Bukowski'ye hak verirsiniz; kelebeklerin ve arıların konmak istediği bir çiçek olmak isterken sineklerin konduğu bir "bok" parçası olduğunuzu anlarsınız. Sadece insan artığı olduğunuzu anlarsınız ve eğer "sinek" bulabiliyorsanız işte asıl "kelebekler" ve "arılar" onlardır. Her "sinek" tecrübedir. Kimi sizden alır götürür, kimi parçanız olur. Döngüseldir. "Nepenthes" gibi görkemli değilsinizdir fakat samimisinizdir. "Sinekler" sizin "bok" olduğunuzu bilerek size gelir; ruhtan arta kalan olduğunuzu bilerek...
Karşılıksız yalnız bırakılmamanın hazzını yaşarsınız. İnsanlar sizi koklamak ya da koparmak için gelmezler. Sadece "bok"sunuzdur. Bedenden siktir edildiğin gibi dünyadan da siktir edilirsin bir gün ve gidişinden mevsimler sorumlu tutulmaz. Gelişin gibi gidişin de sessiz olur. "Sinek"lerin uğruna yaşadığı bir "kraliçe" hiç olmamıştır zaten.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Benceler...

"Bazı gelecekler bellidir, bazı gideceklerin belli olduğu gibi. Yazılı bir senaryo vardır, sadece onu oynarsınız."  demiştim; yanılmışım. Bazen yazılı senaryoda da rol bulamazsınız kendinize. İnsanlar seni düşündüklerini sanarken seni düşürürler aslında. İnsanlara bazen düşündüklerimi
aktaramıyorum. Bazen karşılık beklemeden yaparım bazı şeyleri ki böyle demeyen yoktur sanırım. Herkes "iyi"dir özünde.

Yaptığım şeylerin anlamlandırılmasından hoşlanmıyorum. Hayatım boyunca açık ve şeffaf oldum ya da olduğumu düşünüyorum. Doğrularım da oldu yanlışlarımın olduğu gibi. Anlamlandırmak özden uzaklaşmak gibi geliyor. Kimse kimseye bir şey ifade ya da ispat etmek zorunda değil.

Belki de bu yüzden davranışlarımın ya da duygularımın anlamlandırılmasından hoşlanmıyorum. Nedenleri bedenlerde aramayı tercih ediyorum; sözlerde değil. Bedenler yalan söylemez. Bazen yutkunursunuz, bazen konuşamazsınız, bazen ağlarsınız, doğarsınız, ölürsünüz...

Kaya gibi olmak istiyorum. Yağmur damlalarıyla erimek, saf olmak. Parçalanmanın son olmadığını anlatmak isterdim insanlara. Parçalanmak çoğalmaktır, değişimdir, gelişimdir. Sonumu bilmek istemezdim. Havayla şekillenmek isterdim, onunla sürüklenmek.

Mutlu ya da mutsuz olabilir insan. Mutsuz olmak da seçimdir ama öyle anlar gelir ki buna bile hakkınız olmaz. Hayatta kalabilmiş insanlar mutsuzluklarını anlamdırmamış ya da mutsuzluklarıyla "mutlu" olabilen insanlardır. Mental yalnızlıktır "mutluluk", kimsenin kimse için dünyaya gelmediğini bilmek... İnsanlar bir amaç için dünyaya gelmezler. Sadece "doğarlar" ve "ölürler". İnsanlar gelişirken zayıflıyorsanız zaman terse işler sizin için. "Ölüm" varoluştur kimine göre, kimine göre kaçış. Her giden sizden bir şey götürür ve aynı zamanda öze götürür sizi. Her şeye gücünüz yetmez. "Acizlik" özneldir ve özneler de önemlidir bu anlamda, "benceler". Bazen "zarar" vermeniz gerekebilir "karar" vermek için.
 Yağmur getirir, yağmur götürür...
"Hepimiz öyle ya da böyle buraya yanlışlıkla geldik."
                                Wristcutters

17 Haziran 2011 Cuma

Siz

Bazı gelecekler bellidir, bazı gideceklerin belli olduğu gibi. Yazılı bir senaryo vardır, sadece onu oynarsınız. Aciz olduğunuzu bilirsiniz ama acizliği öznelleştirerek avunursunuz cogu zaman kabullenmek istemediginiz digerleri gibi. 3 yanlışın 1 doğruyu götürdüğünü ve her yanlışın payının eşit olduğunu bilirsiniz yıkımda ama yine de bir yanlışı "yanlış"laştırmaya çalışırsınız kafanızda. Hayatta boş bırakmanız gereken şeylerin de olduğunu düşünmez ya da yanlışın sebeplerini sorgulamazsınız. "Nesnel"i tartışmazsınız. Bir dakika için ömrünüzü verirsiniz fakat ömrünüzün düşünülmesi istendiğinde ömrünüzün bir dakika bile etmediği gerçeğini kabullenemezsiniz. Giriş-Gelişme-Ölüm üçlemesini kabullenemezsiniz. Erkenliği sorgularsınız ölümde gecikmeyi sorguladığınız gibi gelişmede. Sorgulamaya girişte başlarsınız. Çoğu zaman bilinmezin içine girersiniz ve bilinmezi bulamadığınız için mutlu olursunuz. Mutlu olmak için yaşamazsınız ya da mutsuz. Sadece yaşarsınız ve bunu anlamlandırmaya çalışırsınız. Olmak istemezsiniz ama olursunuz. "Kör" olana acırsınız ama çoğu zaman görmek istemezsiniz. "Görmemek" yetisi ile "Görememeyi" ayırt edemezsiniz. Sorumluluklardan sıkılırsınız, sorunlulukları tercih edersiniz. Bir şeyi onda kendinizi bulduğunuz ölçüde seversiniz; fakat birine kendinizi bulamadığınız ölçüde bağlanırsınız.
Siz bensiniz, bensizim.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Here Comes The Fail Again

Erken kalkmak için erkenden yattığım bir gündü. Hesaba katmadığım şey ise insanüstü uykumdu. Uyandığımda saat 15.20 idi. Sabah erken kalkıp doktora gitmem gerekiyordu. Kan tahlili falan yaptıracaktım ama yalan oldu hep olduğu gibi. Sözlerini çok tutan bir adam değilim, kendime verdiklerim de dahil. Bunu insanları ya da kendimi iplemediğim için yapmıyorum, sadece biraz sorumsuzum. İnsanlar da alıştı artık sözlerime güvenilmeyeceğini ama kötü niyetten dolayı söz tutmuyor da değilim, bunun da farkındalar(bence). Uyanınca hemen hazırlanıp 15.30'daki doktora yetişeyim dedim. 15.40 gibi sağlık merkezine gittim ama doktor yoktu. Hangi işim yolunda gitmişti ki? Öküz gibi uyuyup da isyan etmek de bana özgü sanırım. Çocukken pek mızmız olmadığım için 20li yaşlarda isyan etmeye başladım hayata diyerek 20li yaşlarda bitmesini umut ediyorum. Doktor olmadığını öğrenince bir kahve içip kütüphaneye gideyim dedim ama geçeceğim yolda çalışma vardı, çimento dökmüşlerdi. Küfür ederek uzun yoldan giderken sabah sınavı olan arkadaşımı arayıp nasıl geçtiğini sordum. İyi geçmişti, şaşırmamıştım çünkü insanlar başarılıydı. Kahve içmek için bir yere oturdum ve o anda t-shirtimdeki yazı dikkatimi çekti: "Winners Never Quit". Arkadaşımdan çarpmıştım onu ve bana mesajını bugün vermişti ya da daha önce de vermişti ama benim dikkatimi bugün çekmişti. Başta sinirlerim bozuldu ama düşününce biraz daha sakinleştim. Ya "İstanbul" yazsaydı t-shirtimde? O zaman ne yapardım? "Deniz olmayan şehirde yaşanmaz ağbi" diyen çocuklardan ne farkım kalırdı?Neyse, sınavdan çıkan arkadaşım yanında bir arkadaşıyla yanımda geldi ve uzayan okullardan konuştuk. Winner ironisiydi adeta. Loser olmanın bir güzel yanı varsa o da kaybedecek çok şeyinin kalmamasıdır. Eğer loser kalmak istemiyorsanız da bir yerden başlamak zorundasınız. İşte ben de bu amaçla gittim kütüphaneye. Ders çalışmayaa başlayacaktım ki kitabın adını unuttum. "Beer" isimli yazarı "Deer" sanarak yaptığım aramalar sonucundan geyiklerle ilgili enteresan kitaplar buldum. Arkadaşıma mesaj atıp kitabın adını öğrendim fakat doğru baskıyı bulana kadar 3 yanlış kitap aldım ama sonunda başlayabildim çalışmaya. Sigara molası verdiğimde ailemle yaptığım telefon görüşmesinde annemin hasta olduğunu öğrendim. Aradığım bahaneyi bulmuştum çalışmamak için. Kütüphaneden eşyalarımı topladım ve otomatta bozukluklarımı harcamaya karar verdim. 80 kuruşum vardı (50+25+5). Engellenemez bozuk para psikolojisi ile hepsini harcamaya karar verdim fakat otomat 25 kuruşu kabul etmedi.50 kuruşu atmış bulundum fakat gerçekle yüzleştim. 50 kuruşa tahtamsı krakerler vardı. Çörekotlu Eti Form alıp formda kaldım. Moralimin bozulmuştu. Her şey üst üste gelmişti. Kafamı dağıtmalıydım. Fazla kullandığım bir organım olmasa da dağıtmalıydım işte. Stadyuma gidip müzik dinledim ve Facebook'a yazdım: "Yine Devrim, Yine Mauna Kea, Yine Ergen" isimli statusum beklenen ilgiyi görmemişti. Yorum alması için biraz bekledim ama almadı. Moralim daha da bozulmuştu. Telefonumdan dinlediğim şarkıların sözlerine baktım ve çoğu şarkının sözlerini yanlış anladığımı farkettim. Tam bir koca kafaydım. "Will die for your crimes" kısmını "I die for crimes" olarak anladım ve sevdiğim kızın evinin önündeki duvara yazmaya karar verdim. Gerçekle yüzleşinde başka söz bulmaya karar verdim. Aynı şarkıda "The lover and the blind man they sing their song" diyordu. Düşündüm, çok hoşuma gitti. Müzik dinlerken bir yandan da hoşlandığım kızla mesajlaşıyordum. Konu ister istemez moralimin bozukluğuna geldi. Aslında da çok da ister istemez değildi, bam diye söyledim. Duygu sömürüsü yapmayı seviyorum, sanırım şevkate ihtiyacım var ya da içimdeki çocuk uzun süredir içimde. Kendimi analiz edemiyorum bazen, edince de utanıyorum. "Why does it always rain on me?" temalı mesajlaşmamızdan sonra bazen ne kadar dangalak olduğumu farkettim. Sağolsun, ilgi göstermişti ama buna gerek var mıydı bilmiyorum ki bence yoktu. Dokunmatik telefonlarla mesaj yazmanın ızdırap olduğu çağımızda üşenmemiş mesaj yazmıştı. Bence de o da beni seviyordu ya da mesaj yazarak kendini geliştiriyordu. Acaba telefonu yeni miydi? Kamerası falan vardı ama bilmiyorum. Umursanmış olmanın verdiği gazla yurduma gittim. Aklıma sabah olacak olan sınavım geldi. Sınava girmeyecektim ama devamsızlıktan kalırsam yazın o dersi alamayabilirdim. Emin olmak için hocaya mail atmıştım fakat cevap yazmamıştı. Bence mailim çok sempatikti ama bilmiyorum neden cevap yazmadı. Sanırım çıktığı var. Bahsetmiş olduğum uyku problemimden dolayı "Uyursam uyanamam" psikolojisi ile uyumadım ve bunları yazdım. Bunları yazarken de Jeff Buckley eşlik etti bana. "What Will You Say" isimli parçasında Alim Qasimov'la düet yapmışlar. Qasimov'un söylediği kısmı ezan sandım. Sabah oldu diye sevindim ama sabah olmamıştı. "Yılbaşı ayın kaçına geliyodu?" sorusunu sormuş bir insanım. Zamanla aram hiç iyi olmadı. Bulunduğumuz yılı da sık sık karıştırırım. Yılbaşları benim hiç önemli olmadı. Mesela birinde terkedildim.Neyse, uzun süre anlayamadım sesin nereden geldiğini. Jeff Buckley'nin sesi değildi, emindim. Zor da olsa sonunda anladım şarkıdan geldiğini ve bir sonraki şarkıya geçtim ama şevkim kırılmıştı. Müzik dinlemeyi bıraktım ve Behzat Ç. izlemeye karar verdim ve sabah oldu işte. Konuşarak baş ağrıtmak yerine artık yazmayı tercih ettim. Ortalama bir günüm böyle işte. Birazdan sınava giderim, bu günüm daha kötü geçer mesela. İyi geçtiği de olur nadiren. "Max Richter - Autumn Music 2" dinleyerek veda ederim. Esen kalın...